Y Jenerasyonunun Kronik Acısı

Geçen gün bir haber düştü sosyal medyaya. Y kuşağı en çok alkol tüketen nesilmiş. Bu tüketim akışkanlığının eğlenceden ziyade çekilen acıdan türediği ortada. Sürekli değişmekte olan modern dünyanın acısını en çok duyanlar 1981 ile 1996 arasında doğanlar. Peki onları ayrı bir yere koyan şey nedir? Onca insan modernitenin acısını çekerken neden Y jenerasyonu bu konuda diğerlerinden daha mahir?
2000'li yıllarda başlayan iki fırtına dünyayı tarihte daha önce hiç görülmemiş bir şekilde ve hızda değiştirdi. Bunlardan birincisi liberal rüzgârdı. Özgürlük ve aşırı bireycilik insanoğlunun o zamana kadar dayanak noktası olmuş pek çok geleneği yıkmaya başladı. Kolektif alanda var olma zorunluluğu, gündelik hayata dâhil olma mecburiyeti, birlikte yaşama alışkanlığı, toplumsal alanda yer edinme mücadelesinin mutluluğu ve hazzı… Bunlar insanoğlunun yüzyıllar boyunca hayatını şekillendiren asli unsurlardı. Her çocuk ilk oyun deneyimini sokakta akranlarıyla yaşardı. İletişim kurup yardımlaşma ve ortak hedef belirleme konusunda daha küçük yaşlarda gerçek hayata dâhil olurlardı. Canı sıkılan mecbur başka insanlarla ortak bir iş tutmak zorundaydı. İletişim eski dünyanın en temel unsuruydu. Anne, baba ya da mahalleden bir arkadaş fark etmeksizin herkes kendini bir şekilde ifade etmek mecburiyetindeydi. Toplumsal alandan kendisini dışlayanın gideceği hiçbir yer yoktu. Ortak çevrede bulunma zorunluluğu da bireylere küçük yaşlardan itibaren bazı sorumluluklar yüklerdi ve onlar da bunlara göre yaşamak zorunda kalırdı. Empatinin, hoşgörünün ve toplumsal bölgede bir arada yaşamanın sorumluluklarıydı bunlar. O sorumluluklar bir yandan toplumsal asayişi sağlarken diğer yandan bir aradalığın güven hissiyle doğada savunmasız olan bireyi hayatta tutan sac ayağı görevi görmekteydi. Gerçek hayatın içinde daha çocukken topluma dâhil olan bireyler, sürekli sosyal alanda kaldıkları için sırtını yaslayacağı insanlarla bir arada yaşardı. Özel alanın pek çok kez ihlal edildiği -dolayısıyla zararları da olan- bu durum her bireyi yalnızlığın korkutucu karanlığından kurtarırdı. Gerçek hayatta var olmaktan başka bir alternatif düşünülemezdi.
Liberal rüzgâr bütün bu sosyal ağların yıkılmasının önünü açtı. Toplumsal alandan ziyade tek başına var olmanın erdemli olduğunu iddia etti ve insanları buna inandırdı. İnsana her ne şekilde olursa olsun güvenlik hissi veren toplumsal alanı tamamen dışladı ve onu bir baskı unsuru olduğunu ilan etti. Kolektif bölgede ortalama bir pozisyonda durmaktansa kişilerarası rekabeti piyasaya sürdü. Başarılı ve mutlu olmanın yolunun yarışmadan geçtiğini iddia etti. Bir yandan bireyleri sahip oldukları toplumsal bağlardan kopardı diğer yandan da onlara gereğinden fazla misyon yükleyerek -başarı, kariyer, diğerlerini geçme, en iyisi olma vb- kaldıramayacakları enkazın altına soktu. Bütün bunlar elbette teknolojik gelişmeler olmadan başarılamazdı. 2000'li yıllarda esen diğer fırtına teknolojinin aşırı hızlı gelişimiydi.
Liberal düşünce insanları onların doğasında bulunan toplumsal alandan koparırken, teknolojik ilerlemeler bireylere farklı -ama gerçekliği olmayan yapay- bir dünyada var olma imkânı sundu. Bireyin her koşulda bir başkasıyla ortaklaşmak zorunda olduğu dünya tek başına yapılabilecek aktivitelerin artmasıyla artık gerekliliğini yitirdi. Tek bir televizyon olan evlerde aile fertlerinin yan yana gelmekten başka şansı yoktu. Ancak sosyal medyanın icadı, internetin yaygınlaşması bu durumu ortadan kaldırdı. Artık bireyler gerçek dünyaya bağlı kalmak zorunda değildiler. İletişim kurmak, ortak paydalar nedeniyle bir araya gelmek, toplumsal alanda hayat deneyimi kazanmak, başkalarına bağlı olmak artık zorunlu değildi. Bu kişilere özel bir alan verdi vermesine ancak onları en hayati gereklilikten kopardı. Birey için geleceğin belirsizliğine karşı en büyük güvence olan kolektif bölge yıkıldı. Böylece modern birey belki zamanını daha iyi değerlendirip daha mutlu olacağı işlere odaklanabildi. Ancak bunun karşılığında yerini asla dolduramayacağı güvenlik duygusunu kaybetti.
Bu iki fırtınadan geriye yıkılmış bir dünya kaldı. Dünya çok kısa zaman içinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde dönüştü. 2000 ile 2015 arasını düşünürsek sadece on beş senede yüzyıllar boyu sürmüş insani gelenekler yıkıldı.
Y kuşağı dünyanın en sert ve en hızlı kırılmasına günbegün şahit oldu. Onları diğerlerinden ayıran buydu. Bu jenerasyonun tüm yaşamı depremlerle ve onların bıraktığı enkazlara şahit olmakla geçti. Sürekli değişim ve sürekli yıkım döngüsü onları çok küçükken esir aldı. Z kuşağı zaten dönüşmüş bir dünyaya doğdu. 1981 öncesinde doğanlar bu değişimler gerçekleşirken artık kafaları karışmayacak kadar yaşlanmışlardı. Oysa Y jenerasyonu bütün bu kırılmaları çocukluk ve gençlik yıllarında yaşadı. Yani zihnin en çok bocaladığı, kafa karışıklığının en çok yaşandığı, karakterin ve dünya görüşünün oturtulduğu yaşlarda.
Ben çocukken dilediğin zaman istediğin müziği dinlemek diye bir şey yoktu. Abimle radyonun başında bekler istediğimiz şarkıların çalmasını beklerdik. Çalarsa şanslıydık, çalmazsa idare ederdik. Sonra bir anda teknoloji gelişti ve tek tıkla istediğimiz müziği dinleyebilir olduk. Radyonun başında beklediğimiz günle internetten müzik açtığımız gün arasında toplam on sene bile yoktu.
Sosyal devletin nimetlerine de yetiştim ben. İnsan olmanın, insan gibi muamele görmenin ne demek olduğunu biliyorum. Sadece var olduğum için değerliyim ve devlet bana bir şey vermek zorunda. Küçükken her yaz ayında nereye tatile gideceğimizi düşünürdük çünkü babam devlet memuruydu. Z jenerasyonu bütün bu imkânların ortadan kalktığı bir döneme doğdu. Onlar devletten insan gibi muamele görmeyi asla deneyimlemedikleri için belki buna alıştılar. Ama ben vatandaş olmanın tadını bir kere aldım. O yüzden bugün yaşadığım şey bana muazzam korkunç geliyor. Çünkü uçurumu görebiliyorum. Bu iki farklı dünya arasında on sene bile yoktur. 2005 yılında ailemle Türkiye'nin en güzel bölgelerine tatile gidebiliyordum. 2015 yılında tatil artık lüks bir ihtiyaç olmuştu. Aradan geçen süre yine on yıl.
Yeni yeni fark ediyorum bütün hayatımın olağanüstü kırılmalarla geçtiğini. Bu kadar hızlı değişimlerin ardında bıraktığı şey ise tüm yaşamımı etkisi altına alan bir tereddüt hâlidir. İnsanca yaşanan döneme de tanık oldum paranın her şeyi tarumar ettiği yıllara da. Özel alanın olmadığı günleri de gördüm aşırı bireyciliğin yalnızlığını da yaşadım. Bizden öncekilerin sırtını yasladığı ve asla değişmeyeceğine emin oldukları şeyler vardı. Ben o asırlık dayanakların yıkılışını tanık oldum. O nedenle hiçbir şeye yaslanamadım.
Bütün bunlar bir varoluş sorunu yaratır. Y jenerasyonu bence bunun sancısını çekiyor. Katı olan her şeyin saniyesinde buharlaştığı dönemde nereye sağlam basılabilir? Bu da insan için en gerekli ihtiyaç olan güvenlik ihtiyacını sürekli tehdit ediyor. O nedenle bana sorarsanız Y jenerasyonu düşman bölgesinde yalnız kalmış silahsız bir askerdir. Ne gideceği yeri bulabiliyor ne de kaldığı yerde mutlu olabiliyor. Her çıtırtı, yolunda gitmeyen her şey bir tehdit unsuru onun için. İnsanı insan yapan değerlerin hiçbirisine sırtını yaslayamıyor artık. O, insani dayanakların hiç olmadığı bir dünyaya doğsaydı kesinlikle bunun acısını çekmezdi. Ama gördü her şeyi. Artık gördüklerini zihninden atamıyor. Zihninden atamadığı güzelliklerin asla geri dönmeyeceğini de biliyor. Bu yüzden sürekli acı çekip duruyor.