Suyu Arayan Adam: Bize Öğretilen Tarihe Bir Öz Eleştiri


Belli başlıklar altında toplanan ders kitaplarından tarihe tanıklık edemezsiniz; belli bilgi birikimine kavuşursunuz, çalışırsanız bahsedilen konuları anlarsınız. Ancak tarihe tanıklık etmek kitap başlıklarına sıkışıp kalmaktan çok daha önemli, çok daha aydınlatıcıdır. Öğrenmek istenen döneme tanıklık etmenin en kesin yolu da, o zaman diliminde yaşamış bir insanın hikayesini okumaktır. Çünkü tarih söz konusu olduğunda hemen herkesin göz ardı ettiği bir kavram var; dönem dinamikleri. Yani ilgilendiğimiz zaman diliminin şartları ve bunun getirileri. Bir savaşta kaç kişinin öldüğü bilgisi ders kitaplarında tek bir cümleye sığdırılır. Ancak o zamanda yaşamış bir insanın gözünden o savaşı okuduğumuzda ölümü, kalımı, şartları, kısacası 'gerçekleri' çok daha iyi görürüz. Şevket Süreya Aydemir'in Suyu Arayan Adam kitabını değerli kılan da bu. Kitap, başından sonuna kadar kişiyi o dönemde yaşamış bir insan gibi hissettiriyor ve tarihe tanıklık ettiriyor.

Suyu Arayan Adam kitabı, kabaca Birinci Dünya Savaşı'na katılan bir insanın başından geçeleri anlatıyor. Sayfaları çevirdikçe Tük tarihinden çok daha fazlasını buluyoruz. Bir insanın yaşam mücadelesi, günün koşulları, toplumların sefaleti ve tüm bunlara rağmen varlığını her daim devam ettiren bir umudu görüyoruz.

Kitap, Birinci Dünya Savaşı arifesindeki Osmanlı toplumunun yapısını anlatmakla başlıyor. Anadolu'nun Osmanlı dönemi boyunca sadece sefaletle anıldığını ve Türk kelimesinin Osmanlı toplumu için ne kadar utanç verici olduğunu öğreniyoruz:

"Irkımızı da bilmez inkar ederdik. Milletimizin adı geçmek lazım geldiği zaman 'Osmanlı' der geçerdik… Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her türlü tedbir alınmıştı. Umumi kanaate göre Türk, kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı"

Osmanlı'nın Anadolu'ya bir çivi dahi çakmadığını, burada yaşayan halkların nasıl bir sefalete sürüklediğini öğreniyoruz. Osmanlı sandığımız gibi yüce bir devlet değilmiş. Denize yaklaştığında kendisini var eden topraklara hemen sırtını dönmüş, köylüleri sadece vergi topladığı zaman aklına getirirmiş:

"Bütün bu büyük sahada, bu bir sıra vilayetler içinde bir tek kilometre demiryolu dahi yoktu… Bir tek şehirde, bir tek kasabada bir tek elektrik ampulü yanmıyordu. Hiçbir vilayette bir fabrika bacası tütmüyordu. Bütün vilayetler fabrikasız, tamirhanesiz, hatta mektepsiz, hastanesizdi"

Böyle bir ortamda yaşam savaşı veren Anadolu köylüsünün ne kadar cahil bir topluluk olduğu, Şevket Süreya Aydemir'i bile şaşırtmış:

"Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Oysa bu gördüklerim sadece cahildiler. Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Bu millet dinini bilmediği gibi milletini de bilmiyordu… Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, görüldü ki devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini bile bilmemektedirler"

Kitapta sadece tarihi olaylara değil, kişinin izlenimlerinden yola çıkarak vardığı düşüncelere de şahitlik ediyoruz.

"Çünkü, şarklının gözünde sahip yahut Hüdavend, ancak tapılacak bir yerde olduğu hükmünü yürütebildiği zaman bir kudrettir. Put, yere düştüğü gün, bütün sihrini kaybeder"

Şevket Süreya Aydemir Ekim Devrimi'nin olduğu topraklara gelir. Burada karşılaştığı bir Rus köylüsü ona, Türklerin tarihi konusunda çok da yanlışı olmayan bir eleştiri yöneltir.

"Ama sen anladığıma göre, bir köylü aslından olmakla beraber, kendi kökünle de alakan kesilmiştir. Ve sizde her aydının gittiği yolu tuttuğun için aradığın şey ne insaniyet ne inkılaptır. Sadece cemiyete yukarıdan bakan bir iktidar postudur… Sizin hemen bütün tarihiniz saray kapısında postu seren kapı kullarıyla, o kapıya postu sermek isteyen, fakat oraya erişemeyen celaliler arasında geçen bitmek tükenmek bilmez bir kavgadan ibarettir. Bunun böyle olması da lazımdı. Çünkü sizde saray dışında asalet olmadığı, toprak tasarrufunda istikrar bulunmadığı, tımarlar, zeametler, daima sarayın emri ile harekete geçtiği için, herkesin gözü, bunlardan birinin kenarına mümkün olduğu kadar sağlamca yapışmaktaydı. Bu da ancak iktidara yanaşmakla olurdu"

Şevket Süreya Aydemir, edindiği tecrübeler ışığında halkların devrimi konusunda da bazı fikirler öne sürer ve bu fikirler bana kalırsa günümüz koşullarına da hitap edecek düzeydedir.

"Halk, ideolojinin, bir fikir sistemi olarak daima dışındadır. O, şiarları sadece benimser. Bu şiarlar sadece hareket formülleridir. Halk, dinlerin kendisine vadettiği cennetler gibi, inkılapların da yalnız basit ve anlaşılması kabil olan hedeflerini arar. Bu fikirler ister istemez bir fikrin temelinden ziyade şartlara, hislere göre işlenirler… İnkılapçı, inkılabın manivelasını bıraktığı gün, eğrilen yay gevşer. Halk, kendini tekrar eski yerinde bulmak için, o güne kadar fethedilen siperleri hızla boşaltır ve geriler…"

Kitabın sonunda Şevket Süreya Aydemir, kendisine yönelir ve her daim akıl hocası olarak gördüğü Epiktetos'un fikirlerini yeniden aklına getirir:

"Senin huzursuzluğun başkalarıyla değil, kendi kendinle bağdaşamadığın içindir. Senden alınan şeylere karşı senden alınamayacak olanları koysana! Bu, senin iradendir. İradenin hürriyetine ise Jüpiter bile müdahale edemez. İşte asıl hürriyet budur."

Tabiatın kanunu hakkında söylediği şu sözler ise insanı derin bir düşünceye sevk eder:

"Tabiat ana hem zalim hem lütufkardır. O, ne sever ne acır. O, yalnız kendi kanununa uyar. Soğuk dondurur. Sıcak yakar. Fırtına dalları kırar, gövdeleri devirir. Haşarat hakkını ister. Adına 'çiftliğim' dediğim şu bir avuç varlık, tabiat kanunları dediğimiz o haşarı kudretin elinde savrulur. Ama insan denilen yaratık yılmaz ve toprak ana her seferinde emreder:

Yeniden başla!

Her gelen afet karşısında sizin hakkınız, sadece bir anlık acı bir tebessümden ibarettir. Güler geçer ve yeniden başlarsınız"