Paths of Glory Filmi Üzerinden Savaşın Gerçek Anlamı

Paths of Glory filmi savaşın gerçekte neye ve kimlere hizmet ettiğini bilen düşüncenin ürünüdür. Bu nedenle yalnızca bir savaş filmi olarak nitelendirilmemelidir. Birinci Dünya Harbi'ni anlatan bu eseri detaylı incelemeden önce büyük savaşın arka planını çok kısa bir şekilde özetlemem gerekecek. Ardından filme geçebiliriz.

1. Dünya Savaşı neden çıktı? Sorusuna klişe bir cevap verilir genelde. Klişeye yanıta göre emperyal devletlerin sömürgecilik yarışı buna sebep olmuştur. Bu doğrudur ancak büyük resmi görmek için yeterli değildir. Büyük savaş sanayileşmiş ülkelerdeki bir avuç zenginin hakkını arayan, insanca yaşama koşulları talep eden diğer ülkelerdeki milyonlarca işçi ve köylüden aldığı intikamdır aynı zamanda. Sanayi devrimiyle birlikte yükselen kapitalizmle zenginleşen sermaye sahipleri kârlarını arttırırken şehirlere göçmek zorunda olan milyonlarca işçi ve köylü olağanüstü zor şartlarda yaşamaya başlamıştı. Sömürgecilikle birlikte farklı ırktan olanlar da insanlık dışı muameleye maruz kalıyordu. Varlıklı olanlar saraydan bozma evlerde yaşarken fabrikanın yakınlarında kurulan barakalarda istif edilmiş biçimde yaşayan onlarca işçi vardı ve doğal olarak bir süre sonra ezilenler haklarını aramaya başladılar. 20. Yüzyılın başında işçi ve köylü isyanları o kadar ciddi boyuta ulaştı ki aristokrat ve burjuva azınlık tedirgin olmaya başladı. Her gün isyan edip ölmeyi göze alacak kadar ileri giden milyonlara karşı bir azınlık söz konusuydu. Bu durum nasıl düzeltilebilirdi? Tabii ki savaşla.

Emperyal devletlerin sömürgecilik faaliyetleri zaten ortamı kızıştırmıştı. Buna ek olarak büyük savaş zengin azınlığa muhteşem şeyler vadediyordu. En başta "rahat durmayan" işçi ve köylüler silah altına alınabilir cepheye sürülebilirdi. Sömürge ülkelerinde özgürlük talep eden yerliler de zorla alıkonabilirdi. Savaş koşulları demokrasiyi ortadan kaldırma ve sıkıyönetim ilan etmek gibi bir şeyi meşrulaştırırdı. Bu sıkıyönetimle birlikte ülkeler zaten olağanüstü bir harbin içinde oldukları için ülkede herhangi bir çatlak sesi ortadan kaldırabilirdi. Yani sisteme isyan eden herkes bu bahaneyle susturulabilirdi.

İşçiler ve köylüler er statüsünde zorunlu askerliğe alınırken onların başında komutanlar olacaktı. Bütün ülkelerde komutanlar seçkin sınıftan gelme insanlardı. Yani savaş, sistemin ekmeğini yiyen bu azınlığın işçi ve köylülere komutanlık yapmasının önünü açacaktı ve harp çıktıktan sonra subay sınıfı alt tabaka gördükleri insanlardan intikamını alacaktı. Kısacası savaş sömürü sisteminin sürmesi, işçi ve köylü hareketinin bastırılması, demokrasinin ve hukukun rafa kalkması gibi güzellikler barındırıyordu.

Paths of Glory filmi bu perspektiften ele alınmalıdır. Ülke bayraklarına göre değil ezen ve ezilen ilişkilerine göre okunmalıdır. Eğer böyle izlenirse savaşın neye ve kimlere hizmet ettiği görülecek ve "asıl düşmanın" kim olduğu ortaya çıkacaktır. Filmin yönetmeni de zaten başından sonuna kadar bu sorunun izini sürer: Gerçek düşman kim? Başka ülkede yaşayan sıradan insanlar mı yoksa ülke sınırlarının geçerli olmadığı bir avuç zengin azınlık mı?

Filme geçelim:

Filmin ilk sahnesinde generalin malikanesini görürüz. Emrinde olan sekiz bin askerin sefaletine karşın kendisi abartılmış bir lüks içinde yaşamaktadır. General George bile bu lüks karşısında şaşkınlığını gizleyemez. Fransız General Broulard çalışmak için rahat bir ortam yarattığını söyler. Yönetmenin ince alayıdır bu. Rahat çalışmak için saray inşa etmiş bir seçkindir Broulard. Hatırlatmakta fayda var: 1. Dünya Savaşı'nda subayların büyük çoğunluğu varlıklı sınıftandı. Harp başlayınca subaylar yani seçkinler komutanlık görevini sürdürürken onların küçük gördüğü işçiler, köylüler ve "renkli ırklar" erlerden oluşmaktaydı. Bu da bir intikam fırsatı demekti.

Piramidin tepesinde bulunan varlıklı azınlık için yükselmek, terfi almak, kariyer inşa etmek en büyük ahlaki görevdir. Bunun için de genellikle ezilen geniş yığınların omuzlarına büyük bir mutlulukla basarlar. İşçileri daha çok çalıştırmak, vergi affıyla servet biriktirmek, daha çok ihale almak vb. Askerde de bu gelenek sürdürülmüştür. Üstün hizmet nişanı almak kahramanlık göstermekle mümkündür. Ancak komutan değil savaşan erler kahramanlık gösterir. Yani yine yeniden ezilenin sırtına basarak yükseğe zıplama durumu oluşur. Film de bu konuyu işler. General George Broulard'a ordularının taarruz etmesini, Ant tepesini Almanlardan alması gerektiğini söyler. Broulard önce emrindeki sekiz bin askerin hayatını düşünür. George burada terfi kozunu oynar. Broulard "bu mu önemli yoksa hırsım mı?" diyerek düşünür ve aristokrat geleneğinden gelmiş komutan saniyesinde ikna olur. Az önce hayatlarından sorumlu olduğu sekiz bin insan artık onun için önemsizdir. 12. Ordunun başına geçirilme ve yıldız alma vaadi onu anında ikna eder.

Görevi kabul eden General Broulard cepheye askerlerin yanına gelir. Siper boyunca ilerler ve bazı askerleri selamlar. Ancak askerlerin durumu hiç de iyi değildir. Buna aldırış etmeden Albay Dax'ın karargahına gelir. Bazı generallerin masa başında çalıştığını ancak kendisinin her zaman cephede, askerlerin yanında olduğunu söyler. Masa başı generalleriyle alay eder.

Bu seçkinlerin sıklıkla başvurduğu bir yalandır. Her türlü ayrıcalıklara sahip olmalarına rağmen inatla halkçı profil çizerler. Aslında bu bir savunma refleksidir. Özel konumda olduklarını her fırsatta inkâr ederek adaletsizliği meşrulaştırmaya çalışırlar. Yönetmen de seçkinlerin bu komik günah çıkarma telaşını fark etmiş olacak ki çok güzel bir sahne kurgular. Cephede askerlerin yanında olmasıyla övünen Broulard önünden bir yaralı asker geçerken arkasını döner.

Komutanlar kısa bir gözlemden sonra tekrar karargâha dönerler. Fransız ordusu bir gece önce top ateşi başlatmış ve 29 Almanı öldürülmüştür. Almanlar bir araya toplandıkları için de Fransızlar onları gafil avlayabilmiş. Komutanlar bu olayı konuşurken düşman askerlerle alay etmekten geri durmazlar.

Burada alay ettikleri şey 1. Dünya Harbinin en trajik konularından bir tanesine işaret ediyor. Sanayi devrimiyle başlayan teknolojik atılımın her koşulda ve her şartta insanlığın iyiliğine olacağına inanılıyordu. Makineleşmenin ve sürekli gelişmenin verdiği rüzgâr kutsanırken insanlar aynı gelişmenin savaş sanayisinde de geçerli olduğunu bir türlü göremediler. Birinci Cihan Harbi başladığında evladını, eşini, kardeşini askere gönderenler mutluydular. Savaşa gidenler de aynı şekilde büyük bir neşe içindeydi. Çünkü onlar bu harbin de eski usul olacağını düşünüyordu. Er meydanında askerler çarpışacaktı, göğüs göğse kavga edilecekti ve nihai sonuca ulaşılacaktı. Bu nedenle savaşın bir iki ay içinde biteceğinden herkes emindi. Harp meydanında işlerin hiç de öyle olmadığı görüldü. Askeri teknoloji o kadar ilerlemişti ki eski savaş stili ortadan kalkmıştı. Çoğu asker düşmanını göremeden ölüyordu. Genç erkekler bir spor gibi, kavga gibi savaş beklerken kendilerini siperlere sıkışmış hâlde buldular. Günlerce çukurdan dışarı çıkamıyorlar, tuvaletlerini yaptıkları yerde saatlerce vakit geçirmek zorunda kalıyorlardı. Dışarı çıktıklarında top ateşine tutulacaklarını biliyorlardı. Bitlerin, pirelerin, salgın hastalıkların ve sefaletin hüküm sürdüğü bir savaştı söz konusu olan. Bu insanlığın teknolojiye olan mağlubiyetiydi, dünya yeni bir seviyeye gelmişti ve bunun acısını ilk elden deneyimleyenler erler oldular.

Bu durum çok trajikti. Eski usulde savaş bekleyen erler o kadar korkmuş değişen şartlar karşısında o kadar afallamışlardı ki ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Top ateşi başladığında insani bir refleks olarak başlarına ne geleceğine aldırış etmeden panikle bir araya geliyorlardı. Filmde seçkin komutanlar bu askerler için "gelişmemiş hayvan" benzetmesini kullanır. Albay Dax ise bu benzetme karşısında tarihi bir cevap verir:

General Albaya taarruz emrini iletir. Albay bunun pek mümkün olmadığını söyler. Ant tepesini almak birlikteki askerlerin yarısının kaybedilmesi demek. General bunu yüzdelik hesaplarla tahmin eder. Ölen insanlar bir istatistiktir onun için. Albayın çekinceli sorularına karşın General milliyetçi bir tavır takınır. Bunun ödenmesi gereken bedel olduğunu söyler ve "Size tüm Fransa güveniyor" der. Milliyetçilik seçkinlerin ezilenleri manipüle etmek ve sebep oldukları insanlık suçunu örtmek için kullandıkları bir aygıttır. Savaş neden çıkmıştır? Sermaye sahipleri daha çok zengin olsun diye. Bedelini kim ödemiştir? Sıradan askerler. Binlerce ölünün ardından başlarına hiçbir şey gelmeden hayatına devam eden ve harbin sonunda servetini arttıranlar kimlerdir? Seçkinler. Yani savaş zenginler daha çok zengin olsun diye fakir kitleleri bilerek ölüme göndermesidir. Bunu meşrulaştırmak için milliyetçilik kozunu oynamaya alışmış olan seçkin General Broulard Albay Dax'ı böyle etkileyeceğini zanneder. Ama ikisi de aynı sınıftan gelmedir. Albay da bu hamasetin yalan olduğunu bilir. Tıpkı bir kadının yalanını başka bir kadının anlaması gibi seçkinler de birbirlerinin yalanını görürler. Albay da bununla alay eder. "Ben bayrak sallayarak heyecanlandırabileceğiniz boğa değilim" diye cevap verir ve sonra vatanseverlik yalanının gerçeğini ortaya koyar.

Albay Dox egemen sınıfın sömürü düzenini düzen içinde kalarak çözeceğine inanmış bireyleri temsil eder. İleride göreceğimiz üzere sistemi kendi aygıtlarıyla yok edebileceğine inanır ve her seferinde hayal kırıklığına uğrar. Burada da kendisine verilen emri mecburen kabul eder.

Albay ikna edilir ve ortada problem kalmaz. Ardından bir casusluk operasyonu sekansı başlar filmde. Teğmen yanındaki iki askerle gözcülük yapmak için siperden çıkar. Üç kişi düşman mevzilerine yaklaşır. Teğmen emir öyle olmamasına rağmen bir askeri tek başına düşman hattına gönderir. Havaya atılan işaret fişeklerinden korkar. Bir el bombası atar ve kaçar. Attığı bomba düşman hattına gönderdiği askeri öldürmüştür. Yani bir komutan eri kullanmıştır, öldürmüştür ve bundan rahatsızlık duymaz. Bir insanın ölmesinden ziyade oradan kurtulmayı düşünmüştür. Çünkü ölen insan onun için insan değildir. Aristokrasinin işçi ve köylüye bakışı budur. Olayların tanığı olan diğer asker gördüklerini askeri mahkemeye anlatacağını teğmene söyler. Teğmen de bunun sonuç getirmeyeceğini belirtir.

Yönetmenin günümüz adalet sistemine eleştirisi olarak değerlendirilebilir bu sahne. Seçkinlerin yani zenginlerin dilediği gibi manipüle edebildiği bir adalet sistemi vardır ortada. Burada haklıyla haksızı belirleyen şey bağlı olduğun sınıftır. Burada da yönetmen aynı şeye gönderme yapar. Bir subaya mı inanırlar yoksa bir ere mi? Yani bir seçkine mi yoksa emekçiye mi? Tabii ki subaya, seçkine.

Büyük taarruz planı öncesi askerlerin koğuşunda iki er sohbet etmektedir. Askeri teknoloji karşısında insanların nasıl aciz duruma düştüğü ve bunun erlerde yarattığı dehşet aktarılır. Teknolojiyle birlikte ölüm endüstriyelleşmiştir. Bir canın kaybedilmesi artık değerini yitirmiştir. Hızlı, kolay ve bir anda gerçekleşen ölüm çağı başlamıştır. Bu ilerleme askerlerin psikoloji üzerinden aktarılır. Süngü mü yoksa makineli tüfek mi? Elbette makine. Acısız ve hemen.

Ve taarruz zamanı gelip çatmıştır. Albay Dax siperlerde yürürken askerlere birinci şahsın gözünden bakarız. Sefalet içinde yaşayan binlerce insan. Ne emirlere karşı gelebilmekte ne de oradan kurtulabilmektedirler. Çaresizlik yüzlerine yansımıştır ve yalvarır gözlerle bakarlar. Savaşın seçkinlere kazancı budur işte. Sivil hayatta hakkını arayacak milyonlarca insan savaş nedeniyle silah zoruyla ölüme yollanır. Savaşın neye hizmet ettiğini göstermesi açısından güzel bir sahne.

Ve işte filmin en muhteşem sahnesi. Teknolojinin insanlığa karşı mutlak zaferi. Yıllarca elimizde tuttuğumuz özne olma silahı artık makinelerin eline geçmiştir ve bundan artık geriye dönüş yoktur. Taarruz emri verildiğinde askerler siperlerinden çıkarlar. Bu eski usul savaş geleneğidir. Harbin ve her önemli şeyin öznesinin insan olduğu eski dönemlerin gerçekliğidir. Taarruz eder, gerekirse göğüs göğse süngü savaşına girersiniz. Özne her zaman askerdir, insandır. Bu sahnede eski devrin kapandığı ve artık insanın belirleyici olmadığı net bir şekilde gösterilir. Piyadeler işaretle birlikte siperden çıkarlar ve hücum ederler. Taarruza kalkan Fransız askerlerinin top ateşiyle imtihanı kameralara yansır. Sahip oldukları insani değerlerin hepsi artık anlamını yitirmiştir. Cesaret, savaşçı ruh, ilkeli karakter, asker disiplini, adanmışlık, hırs, sevgi, saygı… Hiçbirisi teknolojiden daha güçlü değildir artık. İnsanlık kendi eliyle yaratıp büyüttüğü bu tehlikeli şeye -makinelere- artık yenilmiştir ve onlara karşı gelememektedir.

Taarruz sırasında birliklerden birisi -meşhur korkak teğmenin birliği- siperden çıkamaz. Çıkanlar da hedeflerine varamadan ya ölür ya da yaralı olarak geri döner. Bütün birlik için taarruz fiyasko ile sonuçlanır. Taarruzu uzaktan izleyen General Broulard bir birliğin hücuma kalkmaması karşısında adeta deliye döner ve askerlerine taarruz etmeyen kendi birliklerine ateş etme emri verir. Alacağı tayini ve yıldızı düşünen seçkin General ölmesinde herhangi bir mahsur görmediği "sıradan insanları" gerekirse bir hiç için öldürebilir.

Emir yazılı imza olmadığı için reddedilir ancak General intikam almakta kararlıdır. Bu konunun peşini bırakmaz ve buna sebep olanların askeri mahkemeye çıkarılmasını ister. General Broulard, General George ve Albay Dax bu konuyu tartışırlar. Sistemin içinde sistemi alt etmeye çalışan Albay taarruz ettiklerini ama ilerleyemediklerini söyler. General Broulard Albay Dax'ın her birlikten onar adamın idam edileceğini söyler. Bu askerler gerçekten suçlu bulunduğu için yapılmaz. Askerlere göz dağı vermek gerekir. Seçkinlerin kendilerine zorluk çıkartan yığınların gözünü korkutması bilinen bir yöntemdir. Aynı şey askerde de geçerlidir. Günahsız oldukları bilinmesine rağmen sırf etme itaat edilmedi diye idam sopası gösterilir. Her birlikten bir askerin idam edileceğine karar verilir. Askerlerin sayısı bir pazarlık konusudur sadece. Albay Dax kendisinin idam edilmesini talep eder. Ancak bu da subay olduğu için reddedilir. Çünkü o da seçkindir ve bu onlar cezalandırılmaz.

Sistemin içinde sistemle mücadele eden Albay Dax'ın çaresiz çırpınışlarına gelir sıra. İdam edilecek üç asker belirlenmiştir. Askerler suçsuz olduklarını söyleyip dururlar. Albay Dax bunun bir önemi olmadığını onlara söyler. Böylece farkında olmadan sistemin işleyişini devam ettirir. Askerlerin savunmasını yapacağını söyler. Bunun netice vereceğine gerçekten inanır çünkü sistemin hâlâ 'yasal yollardan' değişebileceğini düşünmektedir. İdam edilecek askerleri de bu kafa yapısıyla sakinleştirmeye çalışır. Onlara sızlanmamaları gerektiğini söyler. Suçlayıcı olmanın da bir işe yaramayacağını belirtir. İşçi hareketini sokaktan alıp siyasi arenaya çekmek isteyen bir sosyal demokrat gibi hareket etmektedir. İlk iş isyancıları sakinleştirmeye çalışır. Subayların önünde asker olarak yer alacaklarını söylerken erlere sırtını dönmesi yine hoş bir detaydır bu arada.

Albay Dax sistemin belirlediği çizgide sistemi yenemeyeceğini mahkeme salonunda anlar. Bütün bunlar prosedürden ibarettir. Ne savunma makamı dinlenir ne de askerlerin söyledikleri ciddiye alınır. Seçkinler bir karar vermiştir ve bu her ne olursa olsun uygulanacaktır. Bu yargılama günümüzün hukuk sistemine de benzemektedir. Hâkim güç ne isterse o bir şekilde olur ve savunma makamı haklı bile olsa kararı değiştiremez. Albay Dax savunma bile yapamadığına şaşırmaktadır.

İdam edilecek askerlerden birisi hâlâ umutludur. Kendilerini her türlü badireden kurtaracak ve tüm sistemi alaşağı edecek ruhanî liderini bekleyen halklara benzemektedir.

İdam cezası kesinleştikten sonra sömürü düzeninin en önemli aygıtlarından bir tanesi filme dâhil olur: Din. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce sömüren sınıflar yükselmekte olan sosyalist hareketi bastırmak için uğraşırken kilise bu uğraşa destek verenlerden bir tanesiydi. Tarihin her döneminde olduğu gibi bu dönemde de din adamları mevcut düzeni korumak için mücadele etti. Harpten önce savaş güzellemesi yapan kurumların başında Kilise gelmekteydi. Yükselen sosyalist hareket ve bu isyanların yol açtığı tıkanma ancak savaşla çözülebilirdi. Savaş hem seçkinleri koruyan devlete olağanın üzerinde yetkiler verecek hem de işçileri köylüleri silah altına almayı gerektirecekti. Bütün bunların yanında savaş birlik ve beraberlik(!) ortamı yaratacağı için bu koşullarda herhangi bir şekilde devlete isyan etmek ihanet sayılacaktı. Kilise savaştan önceki bu atmosferi iyi değerlendirdi. Cenk eden askerlerin tanrı tarafından kutsanacağını sık sık tekrarladı. Savaş bir arınma, tanrıya dönüş anlamı taşımaktaydı. Kısacası din binlerce yıllık geleneği sürdürmüş hâkim sınıfların zorda kaldığı yerde ona destek vermişti.

Ertesi gün idam edilecek askerlere rahip eşlik eder. Onların günahlarını affetmesi için tanrıya yalvarır. Görevi alenen haksızlığa uğramış insanları olabildiğince sakinleştirmek ve ölüme hazırlamaktır. Birinci Dünya Savaşı öncesine kilisenin yaptığına benzer bir şekilde yani. İdam edilecek askerlere kalplerinde nefret taşımamaları gerektiğini söyler.

İdam edilecek askerlerden birisi Lenin'e benzemektedir. Bu da yönetmenin bir oyunu olsa gerek. Bu mahkûm idamdan önce eşine mektup yazdığını söyler. Lenin de sürgündeyken eşine sık sık mektup yazardı. Rahip günah çıkarmayı teklif ettiğinde ona dindar olmadığını söyler. İdam edileceği sırada sakin durup kendisini öldürecek askerlere bakmaktan çekinmeyen tek asker de odur. Günah çıkarma teklifini kabul ettikten sonra rahibin ona "ölüm hepimize gelecek" demesi de ilginç geldi bana. Bu eşitlik vurgusunun Lenin'e bir gönderme mi acaba?

Filmde ani geçişler çok sık tekrarlanır. İdam edilecek askerlerin bu dramının ardından aynı akşamda birden balo sahnesine geçeriz. Generaller saray yavrusu bir yerde kutlama yapmaktadır. Sömüren-sömürülen ilişkisine yine bir gönderme. Sonra bir odaya geçerler ve konuşmaya başlarlar. Albay Dax General Broulard'ın birliklerine ateş etme emri verdiğini haber alır ve General George ile bunu konuşmaya gider. Önce idamlardan söz açılır. General George idamların nedenini açıklar.

Albay Dax sistemi sistemin aygıtlarıyla yeneceğini sanan herkes gibi hâlâ karşısında vicdan olduğunu düşünme hatası yapmaktadır. Generale taarruz emrinin olanaksız olduğunu ve bunun bilindiğini söyler. Fransız Genelkurmayı bu hücumun başarısızlıkla sonuçlanacağını bilir ama buna rağmen saldırı emri verir. Albay Dax bu durum karşısında hâlâ şaşkın ama General George hep sakin. Asla istifini bozmuyor. Dax sömürü sisteminin ezilenleri bir katre dâhi umursamadığı, sistemin gerekirse onları ölüme götüreceği gerçeğini bir türlü kabul edemiyor. General ise çok sakin ve durumu içselleştirmiş. Ardından vaaz vermeye geçiyor ve askerlere arada sopa göstermek gerektiğini söylüyor. Aynı şey savaşın olmadığı normal zamanlarda da geçerli. Korku iklimi hep yaratılmalı ki "ayak takımı" düzeni bozmasın.

Sabah oldu, idam vakti geldi. Askerlerin idam edilecekleri yerlere gittikleri o uzun sekans filmin en vurucu sahnelerinden birisi. Her saniye artan gerilim arkadaki davul sesiyle katmerleniyor. Ağır adımlarla ölüme giden insanları görüyoruz. Kahramanlık masallarıyla, içi boş milliyetçi söylemle ateşi harlanan savaşın gerçek ve acımasız yüzü yeniden çıkıyor karşımıza. Propagandası yapılan, özendirilen, güzellemelerin ardı arkasının kesilmediği ölüm gerçekten bu kadar kolay mı? Yönetmen ölümün ne kadar ciddi ve yıkıcı bir şey olduğunu anlatmak için bu gerilimli sahneyi olabildiğince uzun tutmuş. Vermek istediği mesaj ise bence çok açık: Bu kadar kolay değil. Bir candan vazgeçmen bu kadar basit olamaz. İzlerken bile insanı geriliyor. Bu kesinlikle yönetmenin bir oyunu. Mahkûmlardan birisi haklı ama hiçbir fayda getirmeyecek isyanına devam ediyor:

Yanındaki rahip de tahmin edilebilir bir cevap veriyor.

Dine muazzam bir gönderme daha. O insanların ölmesi tanrının isteği değil elbette. Sadece menfaat peşinde koşan iki üç insanın keyfi kararı nedeniyle öldüler. Din burada bir topraklama yapıyor aslında. Elektrik çarpmasın diye. Ölümün bir avuç seçkinden değil de tanrıdan geldiğini söylüyor. Yani isyan etmek boşuna. Kadere razı olmak gerek. Rahip bir azınlığın çizdiği acımasız kaderi tanrını buyruğuymuş gibi ezilenlerin önüne koyuyor ve görev tamamlanıyor. Artık her şey meşru bir zemine oturuyor.

Sömürü sisteminin sürmesini isteyen bir avuç azınlık kalkan olarak milliyetçiliği, hatta gerekirse ırkçılığı bile kullanır. Burada amaç kendilerine yönelecek olan öfkeyi engellemektir. Bunu yapmanın en iyi yolu da ezdikleri insanların çıkarlarını düşünüyormuş imajı çizmektir. Bu sebeple ayrıcalıklı olanlar kendilerini halkçı olarak pazarlamak zorunda hisseder sürekli. Filmde idam kararları okunurken komutanın "Fransız halkı adına" sözüyle başlaması manidardır. "Bütün bunların büyük bir saçmalık olduğunun farkındayız ama inan olsun hepsine sırf halkın selameti için katlanıyoruz" demek istemektedirler. Oysa Fransız halkı savaş istememektedir, öldürülen masum askerlerin ne yaptığıyla da ilgilenmemektedir. Fransız halkı harp nedeniyle yükselen yoksullaşmayla mücadele etmektedir o an . Ancak bu gerçek kabul edilmez, edilemez. Her türlü saçmalık halk yararına denilerek gerçekleştirilir.

Film boyunca yönetmenin vermek istediği asıl mesajdan söz etmiştik. Gerçek düşman kim? Fransızların gerçek düşmanı Almanlar mıdır? Yoksa onları iliklerine kadar sömüren komutanları mı? Erlerin ezilen halkı, komutanların da seçkinleri sembolize ettiğinden bahsetmiştik. Bir ülke için de aynı şeyi düşünebiliriz. Bugün gelir adaletsizliğini derinleştirenler komşu ülkenin halkları mı yoksa kolları tüm dünyaya uzanan bir avuç sermaye sahibi mi? Bizim mutsuzluğumuzun nedeni diğer coğrafyada yaşayan sıradan insanlar mı yoksa yaşadığımız ülkenin altını üstüne getiren bir avuç para babası mı? Ortada sınıfsal bir uçurumun olduğu ve her adaletsizliğin bundan çıktığı çok açık. O zaman düşmanın kim olduğu da bellidir: Piramidin en tepesindeki bir avuç gözü dönmüş azınlık. Gerekirse binlerce masum insanı büyük bir mutlulukla ölüme götürecek olan azınlık. Bu azınlık milliyetçilikle savaş edebiyatıyla var olan gerçeği değiştirmek istiyor sadece. Birinci Dünya Savaşı da bunun ilk en kanlı örneklerinden birisi.

Filmin son sahnesi de buna vurgu yapıyor aslında. Fransız askerler eğlenirken sahneye Alman bir esir kız çıkartılıyor. Fransız erkekleri kıza yiyecek gibi bakıyor. Ona laf atıyor, düşmanca bir tavır sergiliyor. Kızın korkusu da yüzüne yansıyor.

Ancak her yalanın sonlandığı, rüyadan uyanılan bir an var. Ne kadar zorlanırsa zorlansın insan bazı gerçeklerden kaçamıyor. Manipüle de edilse, dolduruşa da getirilse kendisiyle aynı kaderi paylaşan -yani aynı sınıfa mensup- birisini gördüğü zaman insanlığını yeniden hatırlıyor. Az önce neredeyse tecavüz edecekmiş gibi baktıkları o esir kız şarkı söylemeye başlıyor. Söylediği şarkı cephede acı çeken herkesin ortak duygularına tercüman oluyor. Bayraklar ayrı ama acılar ortak. Fransız askeri şarkıyla birlikte düşüncelere dalıyor.

Neden orada olduklarını bilmediklerini hatırlıyorlar, ne için savaştıklarını da. Almanlar düşman değil miydi? Bütün bu tantana düşmanı alt etmek içindi. Binlerce insan öldü bu amaç uğruna. Karşılarında düşman ülkenin bir insanı var. Ancak ona karşı düşmanca his besleyemiyorlar. Çünkü Alman kızın söylediği şarkı savaşın acısını yaşayan herkese hitap ediyor. Yani bu sistem tarafından öğütülmek istenen bütün insanlara. Dertleri ve çileleri ortak olduğu için günün sonunda aynı safta yer alıyorlar. Herhangi bir ayrılıkçı düşüncenin engelleyemeyeceği bir birliktelik bu.

Yönetmenin söylemek istediği de buydu bence. Yanıt aranan soru hep aynı, değişmiyor. Asıl ihanet General Broulard tarafından mı geliyor yoksa esir düşen Alman kızdan mı? Bugün de aynı soruya yanıt aramak gerekiyor. Her şeyi aydınlatacak, suçluyu da masumu da gösterecek yegâne sual bu: Gerçek düşmanımız kim? Bize gerçekte kim ihanet ediyor?