Dostoyevski’nin Kaleminden Burjuva ve Batı Medeniyeti Tahlili


Dostoyevski 1862 yılında Avrupa turu yapmaya karar vermiş ve gördüklerini "Batı Batı Dedikleri" kitabıyla okuyucuya aktarmış. Burjuvazinin dünyaya egemen olduğu dönemde Burjuvazinin beşiği batı ülkelerini gözlemlemiş. Fransa ve İngiltere'de gördüklerinden çok etkilenmiş. Kitapta, gördüğü şeylerden ziyade Burjuvazinin ve batılı devletlerin ikiyüzlülüğünü işlemiş. Alaycı bir dille yazılan, 'batı medeniyetinin' gerçek yüzünü yansıtmak amacıyla kaleme alınmış bu kitabın 6. Bölüm başlığı 'Burjuva Üzerine.' Bu bölüm kitabın en dikkate değer kısmını oluşturmakla beraber yazdıkları Komünist Manifesto yazınına eklenecek türden. Bölümün tamamını yayınlayamasam da en önemli gördüğüm yerleri çıkardım ve paylaşmak istedim. Kitabın tamamının, bilhassa Burjuva Üzerine bölümünün okunması taraftarıyım.

"O niçin siner burada hep? Niçin ufalanmak, iç içe girip sıkışmak, ortadan sessizce yok olmak ister? "Yokum ben. Yeryüzünde yokum. Lütfen beni görmeden geçip gidin yanımdan. Fark etmeyin beni. Görseniz bile görmezden gelin ne olur…Başınızı çevirip geçin!.."

-Peki ama kimden söz ediyorsunuz siz? Kimdir sinen böyle?

-Kim olacak, burjuva.

- İnsaf, siz de yani! Kraldır burjuva, her şeydir. Siz de gelmiş siner diyorsunuz!

-Evet efendim, öyle diyorum. Peki söyleyin öyleyse, İmparator Napoleon'un arkasına niçin saklandı öyleyse? Eskiden çok sevdiği o parlak sözcükleri niçin unuttu millet meclisinde? … Başkaları onun yanında bir şey isteme yürekliliğini gösterdiğinde niçin telaşa kapılıyor, etekleri tutuşuyor?

Niçin yoksulların hepsini bir yere tıktı da, ülkede yoksulluk olmadığına inandırmaya çalışıyor herkesi? Niçin beylik edebiyatıyla yetiniyor? … Gizli polise böylesine çok para harcanmasına niçin göz yumuyor? Meksika'ya düzenlenen bilim gezisine karşı bir sözcük söyleme yürekliliğini niçin gösteremiyor? Tiyatro oyunlarında kocalar niçin hep soylu, varlıklı oluyor da, karılarının sevgilileri öylesine baldırıçıplak, yersiz yurtsuz, kimsesiz?

Cebinin boş olduğunu biliyorsa kendi kendine değer vermez Parisli. Hem kalbinin sesini dinleyerek, bile bile, inanarak vermez. Kendini adam yerine koymaz. Paranız varsa, -yalnızca paranızın olması yeterlidir- akıl almaz şeyler yapmanıza izin verirler. Zavallı Sokrat aptal, aptal olduğu kadar da acınacak bir palavracıdır. Bu yüzden yalnız tiyatroda saygı duyulur kendisine. Çünkü erdeme tiyatroda saygı göstermeyi nedense hala seviyor burjuva. Tuhaftır bu burjuva denen insan türü. Paranın en yüce erdem, kişioğlunun görevi olduğunu açık açık söyler. Bütün Fransızların dış görünüşleri şaşılacak derecede soyludur. Öz babasını size üç meteliğe satabilecek kadar sütü bozuk bir Fransız bile o anda -babasını satarken- öylesine gösterişlidir ki, ne söyleyeceğinizi, nasıl davranacağınızı şaşırırsınız.

Peki ama niçin -dönüp dolaşıp aynı soruya geliyorum evet niçin hala bir şeyden korkuyor gibidir burjuva? Büyük bir korku vardır sanki içinde.

Liberte, egalite, fratemite (özgürlük, eşitlik, kardeşlik) ilan ettiler. Çok hoş! Nedir liberte? Özgürlük Ne özgürlüğü? Herkese, yasalar çerçevesi içinde her istediğini yapabilme hakkı. Her istediğini ne zaman yapabilir insan? Milyonları olunca. Herkese birer milyon veriyor mu özgürlük dedikleri? Hayır. Milyonu olmayan insan nedir? Milyonu olmayan insan, her istediğini yapabilen değil, her istenilenin yapılabildiği insandır. Ne anlam çıkıyor bundan? Şu anlam çıkıyor: Özgürlükten başka bir de eşitlik var: Yasalar önünde eşitlik. Bu eşitlik üzerine söylenebilecek tek şey şudur: Bu eşitliğin günümüzdeki durumu her Fransız için yüz karasıdır. Ne kalıyor geriye? Kardeşlik İşte bu çok önemlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Batı'da karşılaşılan en büyük engel de budur. Batılı, insanlığı ileri götüren en yüce, en büyük güç diye söz eder kardeşlikten. Etmesine eder ya, gerçekte kardeşlik diye bir şey yoksa, onu hiçbir yerde bulamayacağını anlayamıyor. Ne yapmalı? Ne pahasına olursa olsun, önce kardeşliği kurmalı. Ama bakıyorsunuz, kurulacak bir şey değil kardeşlik, kendiliğinden doğan bir şey. Doğanın kendinde olan bir şey. Oysa Fransızların, daha doğrusu, genel olarak Batılının yaradılışında kardeşlik duygusu yoktur.

Peki neden huzursuz öyleyse burjuva? Neden siniyor, korkuyor? Ona karşı duran her şey yenilmiş, dağılıp yok olmuştur. Eskiden, söz gelimi Louis Philippe zamanında hiç de böyle huzursuz değildi. Korkmuyordu da. Oysa o zaman da iktidarda olan o idi. Evet, henüz savaş veriyordu o zamanlar. Düşmanları olduğunu sezinlemiş, haziran barikatlarında tüfekle, kılıçla son dersini veriyordu düşmanlarına. Savaşın sonunda bir de baktı yalnız kendisi var yeryüzünde. Kendisinden iyi hiçbir şey yok Ülkünün, kendisi olduğunu sezinledi birden. Eskiden olduğu gibi, ülkünün kendisi olduğuna insanları inandırmaya çalışması gerekmiyordu artık. En güzel, en kusursuz olarak olanca görkemiyle, gururuyla dikilmeliydi dünyanın karşısına. Ne derseniz deyin, hiç de rahat bir durum değildir bu. Üçüncü Napoleon kurtardı onu. Gökten inercesine çıktı ortaya, çıkmazdan tek kurtuluş gibi, zamanın tek olanağı gibi. O günden bu yana bir eli yağda bir eli baldadır burjuvanın. Bu bolluğun ücretini de çok pahalı ödüyor. Her şeyden korkuyor. Özellikle, onun için artık ulaşılacak bir amaç kalmadığı için korkuyor. Elde edeceklerini elde edince her şeyi kaybetmek korkusu huzursuz etmeye başlar insanı. Bundan şu anlam çıkıyor dostlarım: Her şeyden kim en çok korkuyorsa, o en varlıklıdır en rahattır. Gülmeyin lütfen. Günümüzde de burjuvanın durumu o değil midir?"